dokuz mart, akşam, yağmur ve metamorforfoz...
yağmur yağıyordu...
her damla... ruhumdan bi yansıma...
ben yağıyordum...
o anda; savrulduğu yaprakta olmak;
kendi seçimi olmadığı halde
bütün tesadüfleri hiçe sayarak,
yerçekimine enteresan bir hırsla karşı koyan,
ve yaprağın ihanete hazır kaygan tenine
çaresiz bir aşık gibi tutunan,
zavallı yağmur damlası…
kıvranıyor, gözyaşına dönüyor sonra ben oluyordu düşerken toprağa...
ve canımı acıtıyordu... yaprakta... toprakta...
aşkta...
uyurken yaşadığımız her anı
öpücüklerimizin ıslaklığını
kalplerimizin çarpıntısını
ve aslında bütün doğal yanlarımızı
taşımak için sonsuzluğa çaresizce kıvranmıştım...
oysa uyandığımda;
sağ el serçe parmağının dış kenarındaydı
aşksol memenin altındaydı
boynundaydı
küçük ayak parmaklarındaydı
sarılışındı
kasıklarındaydı.
kucağına kaygısız, korkusuz ve karşılıksız uzanmamdı
aşk.
her gözümü açtığımda seni yanımda bulmaktı.
ve senin söylediğin
herhangi bir harf,
herhangi bir kelimeydi
aşk.
gün ışırken artık biliyordum…
dürtülerinden doğmayan öğreti
aşkın en acımasız katilidir...
ve bilindik duygularla öğretilen gibi yaşıyorsan; meselen
aşk değildir.
yağmur başlamadan. ..
seni düşünüyordum, çaresizlikleri, mantığın hükumranlığını...
zaman acımasızca akıp gidiyordu ve ben hiç bi şeye yetişemiyordum...
ilk kez anlıyordum...
kanatları ıslanmış kelebeklerin çaresizliklerini
karasineklerin neden bu kadar hızlı hareket ettiklerini
aşk! sonsuz özgürlükler taşıyan o kederli antlaşma!
ayrılık! daha en baştan dahildir bu görünmez imzaya...
beyin çaresiz, yürek eziktir
aşkın bu kahreden dilemmasına
ölümsüzlüğü vaad eder
aşk, amma birlikte, amma tek başına...
bu yüzden hep bir yürek sancısı vardır gerçek
aşklarda...
uzaktan gördüğünde, elini tutarken,
parmaklarını öperken, göz göze geldiğinde,
saçlarını koklarken…
sana ait olanın sahibi olmadığını her an bilmektir
aşk,
bu yüzden hep bir yürek sancısı vardır.
avucundan kayıp giderken
bir daha böyle sevemeyeceğini bildiğin halde
özgürlük antlaşmasına sadık kalmaktır
aşk.
bunu bilir yürek, bu yüzden hep sancır...
ve şimdi de yüreğimi acıtıyorsun...
Mart on, akşam… ellerim çatlak, donmuş, hayata inat bir ayaz ve
aşka ayar bir son.
geliyorsun...
gözlerin nemli, tebessümün cehennem
dünyamdaki en güzel kadın birazdan beni terk edecekti.
sen söylemeden biliyordum; sen yine de söyledin.
ilk sözü söylediğin gibi son sözü de.
seni seviyorum der gibi rahat... acımasızca... son sözü de sen söyledin.
ve öylece gittin.
ardından ben gördüm;
saçlarının
aşkla dansını,
bir kusursuz vücudun ağır, nazlı adımlarını,
gölgende kaybolmayı, yok olmayı, ateş olmayı
kavrulmayı, buzların kırılışını ben gördüm.
ben yaşadım yerin dibine batmayı
ben hissetim; Göğsümün tam ortasında
at-ma
at-ma
diye vuran bir kalbin ağrısını
kanı tattım ısırılmış dudaklarımdan..
öylece gittin;
aşk özgürlüğü!
on adım yok aramızda,
aşk özgürlüğü! dilemma!
bi cehennem sokuyor aramıza…
ve şimdi sen usulca giderken benden…
gözyaşlarımın ve yağmurun senin kokunun ve rujunun kutsadığı yüzümden
akıp gitmesini engelleyemiyorum.
mesele sanırım biraz
aşk…
ardından;
kaçışan kuşların çığlıklarıyla vahşice yağan yağmura
ben de karıştım gözyaşlarımla ben de saldırdım hayata
yağdım hayata
acıdım hayata
azaldım hayata...
sancıyan;
göğsümün tam ortasında,
yırtınıyor kasvetli bir tahttan.
at-ma, at-ma!
kazıyan,
kanatan
zavallı bir
aşk tanrısı ha!
eyvallah...
prosayko
Yazarın Notu:yetmiş iki saate sığan bi
aşk onlarca satıra sığamadı...
dokuz Mart. .. gün ışırken...
gözlerim yarı aralanmış chinaskinin çokta haksız olmadığını düşünüyordum. çıplak omuzlarına düşmüş nefes kesen saçlarını böylesine cüretkar ve beni hep sensiz tasarlarken tanrının benimle bir zoru olmalıydı. gün ışırken, alkolün,
aşkın ve senin sarhoşluğundan uyandığımda şehvetle yapışmış iki beden vardı. birbirine susamış... her an her şey olmaya hazır; su ve toprak... çamurdan türemiş bir
aşk, bir evrim teorisi... bu afet ya da bi t
aşkın, bi isimsiz ölüm, bir doğal trajedi. farketmezdi.
biz
aşkın geçmemiş zaman dahil her halini yaşıyorduk sevgili, açtık... artık sadece sen ve ben vardık....
hayat artık sonsuzdu
ve ölüm eskisi gibi... korkutmuyordu...
gün ışırken evrende her şey değişiyordu… sadece bilmesi gerekenin bilmesi gerektiği sonsuz bi kitabı bi solukta okumak gibiydi
aşk... anlamı her an değişiyordu... her şey her an değişirken;
aşk daha güzeldi ve bize sonsuzluğunu sunuyordu...
o küçücük kanepende alternatifleri ve bütün özgürlükleri bir kenara bırakıp kıpırdayamadan ve hiçbir şeyi aramıza sızdırmadan güvende olduğumuzu hissetmekti
aşk...
“Bize öğretileni yaşıyoruz diyordun, bizden istediklerini yapıyoruz” ve bize öğretilen ve benden istenen gitmemi gerektiriyordu. ve ben gittim; atmayasıca yüreğin sonsuz ızdırabıyla...
artık gözyaşı ve yağmurun
senin kokunun ve rujunun
kutsadığı yüzümden
seni almasına aldırmıyorum…
Ey
aşkı esirgeyen ucube
aşk tanrısı!
Bakire dağ çiçekleri adına!
Eksik kalan hikayeler adına!